Borç krizi: Neden ortaya çıktı, bu kez krizi yönetmek niçin zor?

Dünya ekonomisinin gündeminde bir borç krizi riski var. Ancak bu kez ne dünya ekonomisi buna hazır ne de bu krizi yönetmek kolay olacak.

Almanya’da yayımlanan “Global Debt Monitor 2022” Asya, Afrika, Latin Amerika ve Doğu Avrupa’da 135 ülkenin borçlarının kritik (kriz sınırına çok yakın) bir düzeyde olduğuna dikkat çekiyor.

Mart ayında Dünya Bankası internet sayfasında bir analiz “gelmekte olan bir borç krizleri dalgasına” karşı uyarıyordu.

Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı Kristalina Georgieva, G20 maliye bakanları ve merkez bankası başkanlarının Temmuz toplantısında yaptığı konuşmada “küresel durumun olağan üstü belirsiz olduğuna” işaret ederek, “Dünya Ekonomisine Bakış” (World Economic Outlook) raporu ay sonunda güncellendiğinde 2022 ve 2023 beklentilerinin daha da düşürüleceğini söylüyordu.

Gerçekten de pandeminin dünya ekonomisine ve tedarik zincirleri, enerji, gıda, hammadde fiyatları üzerine getirdiği istikrar bozucu baskılar, ardından da Ukrayna savaşının fiyat artışlarını ve tedarik sıkıntılarını genelleştiren, daha da ağırlaştıran etkileri, gelişmekte olan piyasalarda, özellikle de en yoksul ülkelerde ekonomik sorunları derinleştirmiş, açlık krizleriyle çakışmaya başlayan bir döviz, ödemeler dengesi ve borç krizi ortamı yaratmıştı. 

Bu madalyonun öbür yüzünde de ABD ve Avrupa’da pandemi döneminde daha da ilerleyen parasal genişleme, arz sıkıntısı, pandemi geri çekilirken, “kapanma” döneminde bastırılmış talebin yeniden canlanması, enerji ve gıda fiyatlarındaki artışların, ekonomik durgunluk ile birleştirmesiyle şekillenen bir stagflasyon ortamı var.

Merkez bankaları da önceliği enflasyona verince bir parasal daralma ve 1980’lerden bu yana görülmemiş hızda bir faiz artışı süreci başladı.

Faizler artmaya başlayınca üç gelişme özellikle aşırı borçlanmış ülkelerin mali dengelerini hızla bozmaya başladı. Birincisi, uluslararası sermayenin bu ülkelerden çıkarak merkez ülkelere dönme eğilimi ivme kazandı.

Maliye Bakanı ÖVP'nin "Avusturya planı"nı savundu Maliye Bakanı ÖVP'nin "Avusturya planı"nı savundu

Dünya Bankası’na göre, son dört ayda en kritik durumdaki ülkelerden 20.7 milyar dolar net sermaye çıkışı gerçekleşmiş.

İkincisi, faizlerin yükselmesine bağlı olarak borçlanma maliyetleri artıyor. Üçüncüsü, faiz artışları ve sermaye hareketleri dolar ve euronun değerini gelişmekte olan ülkelerin paraları karşısında yükseltiyor, esasında devalüasyona yol açıyor. Böylece bu ülkelerde ithalat maliyetleri artıyor, dolar ve euro cinsinden borçları servis etmek giderek zorlaşıyor.

Şimdi, bir taraftan borç krizi olasılığı, diğer taraftan, yoksulluk ve gıda krizi toplumsal istikrarsızlıkları körüklüyor.  Bu dinamiğin çabuklaştırdığı bir borç krizi etkisiyle Sri Lanka önce temerrüde düştü, ardından ülkenin siyasi yapısı yaygın protesto gösterileri altında çöktü.

Birçok gözlemci Pakistan’da da gelişmelerin benzer bir yönde ilerlediğini düşünüyor.

Borç veren ülkeler ve mali kuruluşların arasında gerçekleşecek bir uluslararası iş birliği ile gelişmekte olan krize karşı önlem alınamazsa Sri Lanka benzeri örneklerin çoğalması kaçınılmaz görünüyor. Ancak Financial Times gazetesindeki bir yorumda vurgulandığı gibi bu kez borç krizi patlak verdiğinde aşılması, 1980’lerdeki ve 1990’lardaki örneklerinden çok daha zor olacak.  

ABD ve Avrupa’da kimi analistler bu “zorluğun”, artık “vazgeçilmez ülke” konumundaki Çin’in, en çok borç vermiş ülke olarak tercihlerinden ve politikalarından kaynaklandığını iddia ediyorlar.

Türkiye de kritik eşikte

Bir ülke borç krizine girmeye başladığında parasının hızla değer kaybetmekte, Merkez Bankası rezervlerinin hızla erimekte olduğunu görüyoruz. Bu aşamada, söz konusu ülkenin borçlanma faizi ile ABD, Almanya gibi ülkelerin borçlanma faizleri arasındaki fark (spread) da genellikle 1000 baz puanın üzerine, 5 yıllık CDS primi ise 900 baz puana ulaştı.

Bu noktada ülke IMF veya Paris Club gibi uluslararası kuruluşların finansal desteğini alarak belli koşullarda yeni kaynak bulamaz ya da borçları yeniden yapılandıramazsa dış borçlarında temerrüde düşecek, Sri Lanka örneğinde olduğu gibi ekonomisi belki de siyasi yapısı çökmeye başlayacak.

Global Debt Monitor 2022 araştırmasına göre bugün, "küresel güney" olarak tanımlanan ülkelerden 135 tanesi bu kritik eşiğe ya çok yakın ya da geçmek üzeredir; 39 ülkede durum çok kritik. Türkiye de yukardaki ölçütlerle kritik ülkeler arasında: Hızlı devalüasyona, rezerve erimesine ek, 10 yıllık bonolarda Almanya ve ABD ile spread 1390+bp ve 1560+bp düzeyine gelmiştir, 5 yıllık CDS pirimi 800-900 bp arasında dalgalanmakta.

The Economist dergisinin araştırmasına göre Arjantin, Ukrayna, Tunus, Ghana, Mısır, Kenya, Etyopya, El Salvador, Pakistan, Belarus, Ekvador, Nijerya finansal destek alamazlarsa, alacaklılarla anlaşarak borçlarını yeniden yapılandıramazlarsa temerrüde düşmekten kaçınamayacak.

Krizi yönetmek bu kez daha zor

Bu kez borç krizinin yönetmek 1980’lere ve 1990’lara, 2008-2010 Avrupa Birliği krizlerine kıyasla çok daha zor olacağa benziyor.

Birincisi, bu borç yükünün oluşmasına ve taşınmasına olanak veren ekonomik koşullar, örneğin düşük faizler, kredi bulmayı kolaylaştıran parasal genişleme politikaları artık tersine döndü, faizler daha bir süre artmaya, dolar değerlenmeye, eski borçları çevirmeyi, ya da yenileriyle finanse etmeyi zorlaştırmaya devam edecek.

İkincisi, Ukrayna savaşı henüz bitecek gibi değil. Bu yüzden birçok ülkenin borç yükü, gıda, enerji ve hammadde ithalat fiyatlarındaki artışlara bağlı olarak daha da ağırlaşacak.

Gıda enerji ve borç krizi kesişirken bozulmaya başlayan siyasi istikrar, risk primleri üzerinde olumsuz etki yaparak borçlanma maliyetlerini daha da arttıracak.

Üçüncüsü, her ne kadar en riskli ülkelerin küresel hasıla ve toplam kamu borcu içindeki payı sırasıyla yüzde 5 ve yüzde 3 gibi olsa da, bu ülkeler de 1.4 milyar kişiyle dünya nüfusunun %18’inin yaşıyor olması bu borç krizi sorununu, özellikle küresel finansal sistemde karların düştüğü, kırılganlığın arttığı bir dönemde küreselleştiriyor.

Kısacası bir “domino etkisinin” tümden yok saymak olanaksız.

Dördüncüsü, bu koşullarda IMF, “Paris Club”, G20 grubunun “Common Framework for Debt Treatment” (Borç yönetimi için ortak çerçeve) gibi uluslararası  kuruluşların devreye girerek, borç krizindeki ülkelere finansal destek sağlamaları, borçlarını yeniden yapılandırmalarına yardım etmeleri ve ülkelerin yeniden bir ekonomik toparlanma sürecine girmeleri için  en azından bir yol haritası sunmaları, büyük kreditörlerin (özel sektör ya da devlet) de zararın bir kısmını üstlenmeyi kabul etmeleri gerekiyor

Dahası, 2008 finansal krizi sonrası dönemin “yeni vazgeçilmez ülkesi" Çin’in, gelişmekte olan ülkelerde en büyük kreditör olarak, bu süreçlere katılması hatta etkili olmayı kabullenmesi gerekiyor.

Ne yazık uluslararası kuruluşların üye ülkeleri arasında ortak bir tutum alma ve alınan kararları hayata geçirme kapasitesi ve isteği günümüzdeki enflasyon, durgunluk ve geçim sıkıntısı krizleri ortamında çok düşük. Özel sektör kreditörlerinin de yükün bir kısmını üstlenmeyi kabul etmeleri şimdilik beklenmiyor.

Ek olarak, borç krizi içindeki ülkelere finansal yardım sağlansa bile, bu kez siyasi toplumsal bir kriz riskine yol açmadan, ekonomik toparlanma sürecine girmelerine yardımcı olacak bir “yol haritası” kabul edilebilir bir “reformlar” paketi önerisi de ortada yok.

Çin’e gelince, o kendi stratejik vizyonu gereğince Batı’da hazırlanan uluslararası kurtarma paketlerine katılmakta çok isteksiz davranıyor. Çin, müdahalesini, borç verdiği ülkelerle ikili ilişkiler içinde yapmayı, yardım koşullarını kendi ekonomik ve jeopolitik gereksinimlerine öncelik verecek biçimde şekillendirmeyi, bu yardımların koşullarını uluslararası mali kuruluşlara açıklamaktan ısrarla kaçınmayı tercih ediyor.

Kısacası, bu kez borç krizini yönetmek, çözmek ve yerel düzeyde siyasi-toplumsal krizlere yol açmasını önlemek çok zor görünüyor; Uluslararası girift finansal devreler, karmaşık türev piyasaları, bir “domino etkisi” olasılığının yadsınamayacağını düşündürüyor.

Yorumlar